Salonda Karşılaşma
Gece, zihnimin en sessiz köşesinde açılan bir kapı gibiydi. Uykuya dalarken fark etmediğim bir geçitten geçmiştim. Bir salondaydım. Işık loştu, duvarlar pastel tonlarda, zaman durmuş gibiydi. Ve orada... bir kız vardı. Güzelliği tarif edilemezdi; sanki geçmişten gelen bir sevgili, geleceğin bana gönderdiği bir mesaj, bir peri gibi. Göz göze geldiğimizde içimde bir şeyler yerinden oynadı. Kalbim ritmini değiştirdi, gözlerim kamaştı.
Ona doğru yürüdüm. Konuşuyorduk ama kelimeler yoktu. Sadece anlam vardı. Her bakışı, her duruşu bana bir şey anlatıyordu. Sanki yıllardır tanıyordum onu. Yabancılık yoktu. O an, zamanın durduğunu hissettim. Salondaki saat bile tik taklarını unutmuştu. Sadece biz vardık. O ve ben. Ve aramızda sessiz bir bağ.
Ona dokunduğumu hissettim. Derisi sıcak, gerçek gibiydi. Ama içimde bir korku vardı: “Biraz daha yaklaşsam, rüya bozulacak.” Bu çelişki beni hem büyülüyor hem de ürkütüyordu. Sanki bir çocuk gibi, olanları anlamaya çalışan ama hiçbir şeye müdahale edemeyen bir şaşkınlıkla izliyordum onu. Her hareketi beni kendine çekiyor ama aynı zamanda rüyada olduğumu hatırlatıyordu. Bu çelişki, rüyanın büyüsünü daha da derinleştiriyordu.
Salonda sessizlik hâkimdi. Ama bu sessizlik, huzursuz değil; aksine, içsel bir dinginlik taşıyordu. Onun varlığı, kelimelerden daha güçlüydü. Gözleriyle konuşuyordu. Ve ben, o bakışların içinde kayboluyordum.
Sessiz İletişim
O yürümeye başladığında, salonun sessizliği bir anda hareket kazandı. Adımları yere değil, sanki zamanın üzerine basıyordu. Ben de ardından yürüdüm. Aramızda kelimeler yoktu. Ama her hareketi, her bakışı bir cümle gibiydi. Konuşuyordu, ama sesini duymuyordum. Yine de ne demek istediğini tuhaf bir şekilde anlıyordum. Bu, kelimelerin ötesinde bir iletişimdi. Sanki ruhlarımız arasında bir kanal açılmıştı.
Yüzü bana dönüktü ama gözleri uzaklara bakıyordu. Sanki hem burada hem başka bir yerdeydi. Onunla birlikte yürürken, içimde bir huzur vardı. Ama aynı zamanda bir merak. Bu kız kimdi? Neden buradaydı? Ve neden ben onunla birlikteydim? Sorular zihnimde yankılanıyordu ama cevaplar gözlerinin içinde saklıydı.
Bir duvarın yanından geçerken, onun parmaklarının duvara hafifçe dokunduğunu gördüm. Parmak uçlarıyla geçmişe dokunur gibiydi. O an, onun sadece bir rüya figürü değil, bir hatıranın yankısı olduğunu hissettim. Belki bir zamanlar tanıdığım, belki hiç tanımadığım ama hep özlediğim biriydi.
Yürüyüşümüz bir ritüel gibiydi. Her adımda biraz daha yaklaşıyor, biraz daha derinleşiyorduk. Konuşmadan anlaşmak, kelimeler olmadan bağ kurmak... bu, gerçek hayatta nadiren yaşanan bir şeydi. Ama rüyada, her şey mümkündü. Ve bu mümkünlük, beni ona daha da bağlıyordu.
Bir kapının önünde durdu. Kapı beyazdı, sade ama güçlü bir duruşu vardı. Elini kapıya uzattı, ama açmadı. Sadece dokundu. O an, onun bana bir şey söylemek istediğini hissettim. Ama yine kelimeler yoktu. Sadece gözleriyle konuştu. Ve ben, o bakışların içinde bir davet gördüm. Bir geçiş. Bir sır.
Beyaz Oda
Kapı açıldığında, içeriden yayılan ışık gözlerimi kamaştırdı. Beyaz... her şey beyazdı. Duvarlar, tavan, zemin, hatta hava bile sanki beyaz bir örtüyle kaplanmış gibiydi. Oda, bir rüya değil, bir arınma alanıydı. İçeri adım attığında, o da beyazlara bürünmüştü. Elbisesi ince ve zarifti, ışığı geçiriyor, varlığını kutsal bir silüet gibi gösteriyordu.
Yatak odasının ortasında büyük bir yatak vardı. Çarşaflar ipek gibi parlıyordu, yastıklar bulut gibi kabarıktı. O, yatağın kenarına oturdu. Gözleri hâlâ bana dönüktü ama bakışlarında bir değişim vardı. Artık sadece beni izlemiyor, beni çağırıyordu. O an, zamanın bir kez daha durduğunu hissettim. Sanki bu oda, zamanın dışındaydı. Ne geçmiş vardı ne gelecek. Sadece şimdi.
Ona yaklaşmak istedim ama ayaklarım yerinden kıpırdamıyordu. Sanki görünmez bir sınır vardı aramızda. O ise bu sınırın ötesinden bana gülümsüyordu. Gülümsemesi, bir davet değil, bir kabul gibiydi. “Sen buradasın,” diyordu bakışlarıyla. “Ve ben seni bekliyordum.”
Odanın köşelerinde ince tüller rüzgârla hafifçe dalgalanıyordu. Ama pencere yoktu. Rüzgârın nereden geldiğini bilmiyordum. Belki de bu rüzgâr, onun nefesiydi. Belki de bu oda, onun zihniydi. Ve ben, onun hayalinde yürüyordum.
Yatağın yanına geldiğimde, kendimi göremediğimi fark ettim. Ne bir ayna, ne bir gölge. Sanki sadece onun varlığı vardı. Ben, onun yanında bir silüet gibiydim. Nasıl oldu, ne zaman oldu bilmiyorum ama onunla birlikte olmuştum. Ve bu anı yaşamış olmama rağmen hiçbir şey hatırlamıyordum. Bu eksiklik, içimde bir hüzün bıraktı. Rüyada olduğumu ara sıra fark etsem de, çıkmamak için zihnimi kontrol ediyordum. “Bu sefer unutmayacağım,” dedim kendime. Ama yine olmuştu. Yine hiçbir şey hatırlamadan onun karşısında, yatakta duruyordum.
Kayıp An
Odanın içinde zaman çözülmüştü. Beyaz çarşafların arasında bir an yaşanmıştı ama ben o anın içinden geçip geçmişim gibi hissediyordum. Onunla birlikte olmuştum. Bunu biliyordum. Ama nasıl, ne zaman, hangi kelimelerle, hangi dokunuşla... hiçbirini hatırlamıyordum. Sanki bir film izlerken gözlerimi kapatmış, en önemli sahneyi kaçırmıştım.
Bu eksiklik, içimde bir boşluk açtı. Rüyanın en yoğun anında bile bir iz bırakmamış olmak, beni hem hüzünlendirdi hem de meraklandırdı. Onun yanında olmuştum ama kendimi hiç görmemiştim. Ne bir ayna, ne bir gölge, ne bir ses. Sadece onun varlığı vardı. Ben, onun hikâyesinde görünmeyen bir karakter gibiydim.
Yatağın kenarında dururken, onun nefes alışlarını dinledim. Her nefes, bir ritim gibiydi. Sanki o ritimle birlikte ben de var oluyordum. Ama bu varoluş, sessizdi. Anı yaşayıp hatırlamamak, bir rüyada en büyük kayıptı. “Bu sefer unutmayacağım,” demiştim kendime. Ama yine olmuştu. Yine hiçbir şey hatırlamadan onun karşısında, yatakta duruyordum.
O an, rüyanın içinde bir farkındalık belirdi. Zihnim, bu eksikliği kabul etmek istemiyordu. Hatırlamak için kendimi zorladım. Gözlerimi kapattım, içimdeki görüntüleri taradım. Ama her şey beyazdı. Her şey sessizdi. Ve ben, o sessizliğin içinde kaybolmuştum.
Belki de bu rüya, bana bir şey anlatmak istiyordu. Belki de bazı anlar yaşanır ama hatırlanmaz. Çünkü hatırlamak, bazen o anın büyüsünü bozar. Ve belki de bu rüya, bana sadece hissetmeyi öğretiyordu. Anı değil, duyguyu. Görüntü değil, titreşimi.
Hamilelik ve Gülümseme
Yatağın kenarında dururken, gözlerinin içine bir kez daha baktım. “Bir kez daha,” dedim içimden. Bu sefer hiçbir şeyi kaçırmak istemiyordum. Ama rüya, kendi ritmini sürdürüyor, bana sadece izleyici olma hakkı tanıyordu. O, beyaz elbisesinin içinde göbeğini okşuyordu. Hamileydi. Bu görüntü, içimde bir dalga gibi yayıldı. Şaşkınlıkla karışık bir sıcaklık sardı bedenimi. “Hamile bir periyle mi birlikte olmuştum?” diye düşündüm. “Yoksa o çocuk bana mı aitti?”
O gülümsedi. Gözlerinde bir sır vardı. Ama bu sır, korkutucu değil; aksine, huzur vericiydi. Gülümsemesi, bir kabul gibiydi. Sanki “evet, bu senin hikâyen” diyordu. O an, zaman durdu. Her şey sustu. Sadece onun varlığı kaldı. Odanın içindeki ışık sabitlendi, tüller bile hareket etmeyi bıraktı. Sanki evren, bu anı kutsamak için nefesini tutmuştu.
Göbeğini okşarken gözleriyle bana bakıyordu. Bu bakış, bir davet değil, bir paylaşım gibiydi. İçinde bir yaşam taşıyordu. Ve bu yaşam, sadece onun değil, benim de parçam gibiydi. Rüya, bir anda bir mesajdan çok bir doğuma dönüştü. Bu sahne, bir başlangıcın habercisiydi. Belki bir çocuk, belki bir fikir, belki bir yeni benlik.
Derinliklerden yükselen bir ses, “Kahvaltı hazır,” diyordu. Bu ses, rüyanın dışından geliyordu. Gerçeklik, beni bulunduğum yerden çekip çıkarmaya çalışıyordu. Ama ben hâlâ onun gözlerinde kalmak istiyordum. Belki kahvaltıda onunla konuşma fırsatım olur diye düşündüm. Ama ses, beni yavaşça rüyadan kopardı.
Gözlerimi açtığımda, ablamın sesiyle uyandım. Kahvaltı hazırdı. Ama ben hâlâ o rüyadaydım. O gülümseme, o beyazlık, o sessiz konuşma... hepsi zihnime kazınmıştı. Rüyadan uyanmak değil, rüyayı kaybetmekti beni üzen. Çünkü o rüya, sadece bir düş değil, içimdeki bir gerçeğin yankısıydı.
Uyanışın Direnci
Derinliklerden yükselen ses, rüyanın dokusunu yavaş yavaş çözmeye başlamıştı. “Kahvaltı hazır,” diyordu. Bu ses, dış dünyaya aitti. Gerçekliğin sesi. Ama ben hâlâ onun gözlerinde kalmak istiyordum. O beyazlar içindeki figür, göbeğini okşarken bana gülümsüyordu. Gülümsemesi, bir veda değil, bir hatırlatma gibiydi. “Unutma,” diyordu sessizce. “Bu senin içinden doğdu.”
Ses tekrar yükseldi. Bu kez daha ısrarcıydı. Rüya, çatlamaya başladı. Odanın beyazlığı soluyor, tüller hareketsizleşiyor, ışık sönüyordu. Ama ben direniyordum. Gözlerimi açmak istemiyordum. Zihnimi rüyada tutmak için içsel bir mücadele veriyordum. Her şeyin çözülmesine karşı koymak, rüyayı korumak istiyordum. Çünkü bu rüya, sadece bir düş değil, bir parça benlikti.
Uyanmak, bu rüyayı kaybetmekti. Ve ben kaybetmek istemiyordum. Göz kapaklarım ağırlaştı, bedenim gerçekliğe dönmek istiyordu ama ruhum hâlâ o odadaydı. O gülümseme, o sessizlik, o anlam... hepsi oradaydı. Ve ben, orada kalmak istiyordum.
Sonunda gözlerimi açtım. Ablamın sesi hâlâ kulaklarımdaydı. Kahvaltı hazırdı. Ama ben hâlâ o rüyadaydım. O gülümseme, o beyazlık, o sessiz konuşma... hepsi zihnime kazınmıştı. Rüyadan uyanmak değil, rüyayı kaybetmekti beni üzen. Çünkü o rüya, sadece bir düş değil, içimdeki bir gerçeğin yankısıydı.
Ben uykudan kendi kendime uyanmayı severim. Bir sesin, bir alarmın beni uyandırması hep bir tartışmanın başlangıcı gibi gelir bana. O sabah da öyle oldu. Ama bu kez tartıştığım şey gerçeklik değil, rüyanın kendisiydi. “Neden bu kadar güzel bir rüyayı başka bir hikâyeyi yazdıktan sonra gördüm?” diye düşündüm. Belki de bu rüya, yazdığım hikâyenin bir yankısıydı. Belki de bir aile kurma isteğim, bir çocuk arzusu, kalbimden zihnime oradan da rüyama taşınmıştı.
Yorum ve Kabul
Uyandıktan sonra uzun süre yatağımda kaldım. Gözlerim açık ama zihnim hâlâ rüyanın içindeydi. O beyaz oda, o gülümseyen peri kız, o sessiz iletişim... hepsi birer sahne gibi zihnimde dönüyordu. Ama bu sahneler artık sadece bir rüya değil, bir mesajdı. Bir çağrı. Bir hazırlık.
“Neden bu kadar güzel bir rüyayı başka bir hikâyeyi yazdıktan sonra gördüm?” diye düşündüm. Belki de yazdığım hikâye, zihnimde bir kapı açmıştı. Belki de o hikâye, beni bu rüyaya hazırlamıştı. Çünkü bu rüya, sadece bir düş değil, bir içsel dönüşümdü. Bir doğumdu. Bir kabul.
Rüyada birlikte olduğum kişinin hamile kalması, klasik rüya tabirlerinde yer bulamıyordu. Ama ben artık sembollerin ötesine geçmiştim. Bu rüya, bir çocuk arzusu değil sadece. Bu rüya, bir fikir, bir bağ, bir yeni benlikti. O peri kız, belki de içimdeki yaratıcı tarafın beden bulmuş hâliydi. Ve o çocuk, belki de yazacağım bir hikâyeydi. Belki de yaşayacağım bir hayat.
Rüyalar tersine çıkar derler. Ama bu rüya, tersine değil, içime doğru çıkmıştı. Her sahnesi, her sessizliği, her beyazlığı bana bir şey anlatıyordu. Ve ben artık dinlemeye hazırdım. Belki evren bana gülümsüyordu. Belki de ben artık kendime gülümsüyordum.
O sabah, kahvaltıya inerken içimde bir sessizlik vardı. Ama bu sessizlik, boşluk değil; doluluktu. Rüya bitmişti ama etkisi sürüyordu. Ve ben, o etkide yürümeye devam ediyordum. Çünkü artık biliyordum: bazı rüyalar sadece geceye ait değildir. Bazı rüyalar, sabaha kadar sürer. Ve bazıları, bir ömür boyu bizimle kalır.
Ve bazı rüyalar, yalnızca görülmez — yaşanır, saklanır ve bir gün yeniden hatırlanmak üzere içimizde yankılanır.
— Murat Apay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder