Şişli'nin sokakları geceye gömülmüşken, Arın adımlarını bir kez daha geçmişin izlerine doğru savurdu. Halide Edip Adıvar Mahallesi’nden yavaşça ilerliyordu. Her kaldırım taşı, çocukluk anılarının bir parçasıydı; bazen telaşla üzerinden geçmişti, bazen sinirli, bazen içi buruk. Ama bu kez daha farklıydı. Ayakları, düşünceleriyle yarışır gibiydi: “Bakalım bu sefer beni nereye götürecek?”
Çamlık’ın yanından geçerken gözleri yere devrilmiş ağaçlara takıldı. Bir zamanlar öğretmeninin "Ormana yürüyerek gideceğiz çocuklar!" dediği o günü hatırladı. Orman dedikleri yer, mahalle içinde saklı bir cennetti; şimdi ise gövdesi parçalanmış sessiz tanıklar hâlindeydi. Her ağacın gövdesinden sanki bir inilti yükseliyor, geçmişin neşesiyle bugünün suskunluğu çarpışıyordu.
Türkiye Hastanesi’nin yanındaki dar ve uzun sokak... Oradan geçmek, bir defterin sayfalarını çevirir gibi anılarını tazelemekti Arın için. Sonra Abide-i Hürriyet Caddesi’ne çıktı; o cadde, onun için yalnız bir yol değil, ruhunu adım adım dinlendiren bir sahneydi. Şişli’den Taksim’e yürüdükçe, anıları adeta vitrindeki esnaflar gibi dizilmiş bekliyordu. “Gel,” der gibi...
Osmanbey, Harbiye, Nişantaşı... Her semtte başka bir tebessüm bırakan anılar, Arın’ın omuzlarına usulca dokunuyordu. Zaman burada farklı akıyordu; bir evden çıkış anı ile Taksim Meydanı’na varış anı arasında ne kadar yürüdüğünü değil, nelerle karşılaştığını hatırlıyordu. İstiklal Caddesi'nde yürümek onun için ritüeldi; insanların yüzlerinde eski dostlarını, geçmiş hayallerini, kaçırdığı fırsatları arardı.
Gece, Galata’ya vardığında gökyüzü tamamen kararmıştı. İstanbul susmuş, sadece kule göğe uzanmıştı. Sokak lambaları yorgun, kaldırımlar sessizdi. Arın, her zaman uğradığı antikacıya girerek rafları karıştırmaya başladı. Kitaplar, plaklar, puslu camın arkasında sıralanmıştı. Ve tam orada, eski bir kitabın arasında... sararmış bir mektup belirdi.
Arın parmak uçlarıyla mektubu çıkardı. Kağıdın köşeleri zamanla yıpranmıştı, ama kelimeler hâlâ hayattaydı. Yarım kalmış bir aşkın izlerini taşıyordu. Satırlarda hem umut hem de vedanın buruk sesi vardı. Arın, bu mektubu okurken kendi içinden de bir şeylerin döküldüğünü hissetti. Sanki zaman onunla konuşuyordu; bu mektup, sadece bir geçmiş değil, onun da hikâyesine dokunan bir tanıktı.
Mahallemden geçerek vardığım nokta bu kez Asya’nın kalbindeydi. Kadıköy. Sahilin tuzlu kokusu daha vapurdan inerken burnuma dolmuştu. Gün batımı yaklaşırken gökyüzü sanki yırtılmış bir mektup gibi turuncu parçalarla süslenmişti. Yürüdüğüm sokaklar tanıdık ama hissettirdikleri her zaman biraz yabancıydı. Zaman burada daha yumuşak akıyordu; dalgaların kıyıya vuruşu sanki geçmişin kırık cümlelerini fısıldıyordu kulağıma.
Moda’ya doğru yürüdüm. Sokak lambaları henüz yanmamıştı ama gölgeler sokağın köşelerinde konuşmaya başlamıştı bile. Bir kitapçının vitrininde durdum. Camın arkasından beni izleyen binlerce kitap arasında eski, ciltleri yıpranmış bir defter dikkatimi çekti. İçeri girdiğimde kitapçının sahibi bana sessizce gülümsedi. Sanki “senin zamanın geldi” der gibiydi.
Defteri elime aldığımda ilk sayfada el yazısıyla yazılmış bir mektup vardı. Mektup, bir annenin oğluna yıllar önce yazdığı ama asla gönderemediği cümleleri taşıyordu. İçinde geçen bazı ifadeler, benim çocukluğuma dokunuyordu. Sanki biri, benim adımı bilmeden bana seslenmişti.
“Bu sokaklardan geçerken adımlarına dikkat et oğlum, çünkü her bir köşede sana iyi bakacak bir hatıra gizlidir.”
Akşam ezanıyla birlikte vapurlar bir bir kalkarken, mektubu deftere geri yerleştirdim. Kadıköy’ün bana gösterdiği geçmişle barışmanın tadını, sahil boyunca yürürken içimde taşıdım. Belki de bu mektuplar sadece başkalarının değil, benim de içimde yarım kalan cümlelerin sesiydi.
Yolculuğum beni bu kez zamanın yavaşladığı bir yere götürdü. Balat. Eski evlerin ahşap kapıları, çatlamış duvarları ve rengârenk panjurlarıyla beni çocukluğumun iç köşelerine doğru sürüklüyordu. Her evin sessizce bir şey anlattığını hissediyordum; sanki geçmiş, buralarda hâlâ nefes alıyordu.
Dar sokaklarda yürürken ayaklarım beni bir sinagogun önüne getirdi. Terk edilmiş ama hâlâ dimdik ayakta duran bu yapı, içimde bilinçaltıma gömülmüş bir utancı uyandırdı. Burası başkaydı; taşların arasından fısıldayan hikâyeler vardı. Adım adım avluya girdim ve bir duvar yarığında buruşturulmuş bir kağıt parçası dikkatimi çekti. Elimi uzattım. Yıllar önce yazılmış bir mektuptu bu... kelimeleri solgun ama hâlâ canlıydı.
“İnsan, yüzleşmedikçe kalbindeki utancı başka insanlara anlatamaz. Ben sustum, sen konuş. Belki kurtuluruz.”
Mektup, kaybolmuş bir dostluğun son cümlesiydi. Bir zamanlar birlikte yürüdüğüm, hayaller kurduğum biri... ama bir gün aramıza giren o sessizlik, bir ömürlük mesafeye dönüşmüştü. Bu kağıtta yazanlar onun sesi miydi, yoksa kendi içimde bastırdığım suçluluğun kelimeleri mi?
Sokağın öteki ucuna yürürken eski bir manavın önünden geçtim. Tezgâh kapalıydı ama içeriden hafif bir müzik sesi geliyordu. Durdum. Şarkı, mektubun anlamına sanki eşlik ediyordu. Zaman durmuş gibiydi.
Balat’ta gece çökerken, evlerin camlarına yansıyan sokak lambalarıyla birlikte eski anılar da canlandı. Çocukken kaçtığım, unutmaya çalıştığım duygular tekrar ortaya çıkıyordu. Bu semt, bana kendi geçmişimle yüzleşmemin mümkün olduğunu gösterdi.
Şehir gürültüsünün yavaş yavaş azaldığı bir noktadaydım. İstanbul’un tepelerinden biri olan Çamlıca, seslerin değil rüzgârın konuştuğu bir yerdi. Yürüyerek ulaştım oraya. Yol boyunca biriktirdiğim mektupların ağırlığı omuzlarımda değil, artık düşüncelerimin içinde geziniyordu. Her kelime, her satır beni kendime yaklaştırmıştı.
Tepede ayakta durduğumda, altımda uzanan İstanbul sadece bir manzara değil, bir geçmiş gibiydi. Gözlerim şehri tararken, boğazın ötesinden gelen ezan sesi içimdeki karmaşayı bir süreliğine susturdu. Bankların arasında yürürken, birinin altına sıkıştırılmış başka bir kağıt parçası dikkatimi çekti. Eğildim. Bu son mektuptu.
“Belki de seni hiç tanımadım ama satırlarının arasında yürüyerek seni hep sevdim. Kendini bulduğun her cümlede biraz da beni sakladın. Artık veda vakti, Arın.”
Mektup, yıllarca bloguma isimsiz yazılar gönderen o bilinmeyen kişi tarafından yazılmıştı. Her yazımın altına düşen o yorumlar, her yazıya iliştirilmiş o isimsiz e-posta adresleri… Hepsi bir sondu ama aynı zamanda bir başlangıçtı. Beni ben yapan satırların arasında bir başka ruh gezmişti.
O an rüzgâr biraz daha sert esti. Çamların yaprakları hışırdadı. Gözüm bir ağacın gövdesine takıldı: çatlak, köklü, ama hâlâ dimdik. Tıpkı ben gibi. Bu yolculuk İstanbul’da bir adım gibi başlamıştı, ama sonunda bana kim olduğumu fısıldayan bir rüyaya dönüşmüştü.
Gözlerimi şehrin ışıklarından alıp mektuba döndüm. Sessizce cebime koydum ve yürümeye devam ettim. Blogumun yeni başlığı belliydi:
“Sisler İçinde İstanbul: Mektuplardan Doğan Ben”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder