Zincirlenmiş Kapının Önünde: Bir Adamın Susmayan Mücadelesi
“Benim hikâyem değil bu; adaletin ayakta kalmaya çalıştığı bir ülkenin röntgeni.”
Bazen insan sadece bir proje yapmaz. Ona hayatını verir. O proje artık kağıttaki bir plan değil, zamanla yoğrulmuş bir inanç, alın teri, omurgalı bir yaşam biçimi olur.
Ben de böyle başladım. Beykoz’un yeşilinde büyüyecek bir kalkınma hayaliyle… Toprakla, üretimle, doğayla barışık bir model kurmak için adım attım. Resmi izinleri alarak, yasalara dayanarak, şeffaflıkla.
Ama hayal kurduğum toprakta yalnızca fidan değil; gasp, ihanet ve tehdit de filiz verdi. İsim vermekten çekinmeyeceğim. Çünkü bu hikâye suskun kalınacak türden değil.
Karşımda sıradan insanlar yoktu. Türkiye’nin sayılı zenginlerinden birinin damadı, gücünü cebinden değil soyadından alan biri: Ö.Z. Ve onunla birlikte hareket eden, yetkiyi kötüye kullanmaktan çekinmeyen kişiler...
Projenin merkezinde ben vardım — ama beni ortadan kaldırmak için tüm yolları denediler. Tehdit ettiler, iş yerime baskın yaptılar, kapıları üzerime kilitlediler.
Avukatlarımla görüştüm. “Bu ülkede adalet yok,” dediler. Ama ben şöyle dedim: “Yoksa bile yazmak var.”
Ve yazdıklarım adaleti yerine koyamazsa bile, bu ülkede adaleti arayanların yalnız olmadığını gösterebilir. Bu bir intikam hikâyesi değil. Bu bir direniş hikâyesi.
Çünkü bu hikâye sadece bana ait değil — hakları çalınan, susturulan, ama hâlâ susmayan herkesin sesi.
“Adaletin sustuğu yerde kalem konuştum; bir projenin değil, bir insanın onurunu savundum.”
— Murat Apay
Gölgelerin Ardında: Bir Vizyonun Çalınışı
İstanbul’un kalbi Beykoz’da, yıllar önce kimsenin cesaret edemediği bir proje için yola çıktım. Amacım sadece bir inşaat değil, bir dönüşüm inşa etmekti. Toprağın üstü kadar altına da değer veren, hafriyatın sadece taş-toprak değil, gelecek yatırımı olduğunu bilen bir anlayışla projeye hayat verdim.
Proje alanı, Türkiye’nin en büyük ruhsatlı hafriyat sahasıydı. Bugün itibariyle değeri 4 milyar doları bulan, çevresel, ekonomik ve lojistik açıdan stratejik bir merkezdi bu. Yani artık bu yalnızca bir proje değildi — büyük iştahları kabartan bir güç merkeziydi.
Projenin Temeli: Yasal, belgeli, şeffaf. Başlangıçtan itibaren her adımımı yasal çerçevede attım: bakanlık onayları, ruhsat belgeleri, kiralama sözleşmeleri, tapu kayıtları… Her şey kayıt altındaydı. Devlete açık, şeffaf, denetlenebilir bir yapı kurmuştum.
Ben bu projeyi yalnızca ticari bir girişim olarak değil, geleceğe karşı sorumluluk olarak gördüm. Geri dönüşüm altyapısı, kontrollü döküm yönetimi, yerel istihdam olanakları, ekolojik dengeye zarar vermeyen planlama… Türkiye'de benzeri olmayan bu modelin ardında benim emeğim vardı.
Ama işte tam da bu noktada, o emeği silmeye çalışan gölgeler belirmeye başladı. Proje büyüdükçe, değeri anlaşıldıkça; ortak sandığım eller birer birer dönüştü. Karşımda artık sadece rakip değil; devlet içinden destekle güç bulan bir yapı vardı.
Ve bu yapının başında Ö.Z… soyadının gölgesine saklanarak, yalnızca parayla değil, bazı bürokratları ve siyasetçileri de susturmayı seçen biri. İletişim makamlarında geçmişi olan isimlerin dahil olduğu, güç ve nüfuz ile şekillenen yeni bir plan devreye girdi.
Onlar, o toprağın hayalini değil; satış fiyatını görüyordu.
Plan şuydu:
- Yetkilerimi devre dışı bırak
- Kurduğum sistemi benden bağımsız işlet
- Devlete “sahip biziz” mesajı vererek beni iz dışı bırak
Ofisime polisle geldiler. Kapımı kilitlediler. Çalışma arkadaşlarımı tehdit ettiler. Projeyi sıfırdan kuran kişiyi, o projenin içinden zorla çıkardılar. Her seferinde aynı kartı oynadılar: “Siyaseten korunduklarını” ima ederek baskı kurdular.
Ama unuttukları bir şey vardı: Bu proje yalnızca ruhsatla değil;
- İnanmakla,
- Direnmekle,
- Adalet umuduyla inşa edildi.
Onlar sistemi satın alabilir, bazı kalemleri susturabilir, bazı isimleri korkutabilir… ama bu yazıyı engelleyemezler. Çünkü bu yazı artık bir projenin değil, bir insanın sesi olmuştur.
Kapının Önünde Kırılan Sessizlik: Tehdit, Tecrit ve Direniş
Her şey bir sabah, yasalara güvenerek uyandığım bir günde başladı. Beykoz’daki projemin ofisine geldiğimde neye uğradığımı anlayamadım: Polisler kapıdaydı. Gözlerinde suç yoktu ama emir belliydi: “Bu adam içeri girmeyecek.”
İşyerim, yıllardır emeğimin döküldüğü yer, bir gece içinde bana yasaklı hale gelmişti. Polislerin varlığı yasal bir denetim değil, psikolojik bir operasyona dönüşmüştü. Mesaj açıktı: “Bu kişi artık yetkisizdir.”
Tüm belgeler elimdeydi. Her evrakı gösterdim. Ama kapının önünde saatlerce kaldım. Çünkü ben oranın sahibi değil, kurucusuydum. Devlet bunu biliyordu. Fakat artık devletin bazı kolları satılıktı.
İhanet içeriden geldi. Yıllarca birlikte çalıştığım bazı isimler, tekliflerle saf değiştirdi. Kimine para, kimine “dokunulmazlık” vaat edildi. Amaç açıktı: “M.A'yı yalnızlaştır, sonra yok say.”
Bir sabah ofisimdeki kilit değiştirilmişti. Telefonlara yanıt verilmemeye başlandı. Projeyi birlikte yönettiğimiz insanlar artık ismimi bile anmıyordu. Fiziksel değil, psikolojik bir ambargo başladı.
Yanımda kalanlar tehdit aldı. Yanımdan gidenler ödüllendirildi. Ve ben, ilk kez, kendi emeğimin içine misafir gibi girmek zorunda bırakıldım.
Hukuki mücadeleyi başlattım. Savcılığa dilekçeler verdim, belgeler sundum. Ama karşımdaki yapı parayla desteklenmişti. Avukat ordusu, medya üzerinden algı ve bazı yetkililerle kurulan perdeleme…
Adaletin terazisi eğilmişti. Çünkü projeye değil, vicdana sahip çıkan kişi artık hedef olmuştu.
Ama ben çekilmedim. Çünkü bu yalnızca bir proje değil, bir özsavunmaydı. Geri çekilmek, “haklısınız” demekti. Ben o kelimeyi ağzıma almaktansa susturulmayı göze alırım.
“Susarsam yalnızca bu projeyi değil, karakterimi de kaybederim.”
Sessiz Dilekçeler, Konuşan Belgeler: Bir Adamın Adaletle Dansı
Bazıları zanneder ki adalet bir telefon uzaklıktadır. Birileri öyle yaşar çünkü. Ama biz biliriz ki, bazıları için adalet; dilekçedir, bekleyiştir, duvar gibi suskun dosyalardır.
Ben, o suskunluğu cümlelerle delenlerden oldum. Hakkımı aramak için sustuğum tek bir an olmadı. Olaylar başladıktan sonra ilk işim hukuka başvurmak oldu. Savcılıklara dilekçeler verdim:
- Tutanaklar,
- Ruhsat belgeleri,
- Tapu kayıtları,
- Kamera görüntüleri...
Ama her dilekçe bir duvara çarpıyor, her başvuru bir “yetkisizlik” zarfıyla geri geliyordu. Kimi savcılar Ö.Z ve çevresini korumakla görevliymiş gibi davrandı. Bazıları dosyaları ellerine bile almadan sümen altı etti.
Hatta bazıları açık açık, “Bu tür dosyalar bize gelmez, yukarıdan halledilir” demeyi tercih etti. Adalet sisteminde yukarısı vardı ama bizim hakkımız hep aşağıda eziliyordu.
Dava dosyam artık bir hukuk arşivinden fazlasıydı:
- Şirketten çıkarıldığım anın kayıtları,
- Yetki belgeleri,
- Gasp edilen imzalar,
- Tanık ifadeleri…
Hepsi üst üste konduğunda ortaya bir proje değil, bir suç haritası çıkıyordu. Ve bu haritanın merkezinde yalnızca Ö.Z değil, onun destek aldığı siyaset ve yargı ağı da vardı.
Beni durdurmak isteyenler önce hukukta karşıladı. Sonra bürokraside. Sonra medyada. Ama her seferinde aynı yanılgıya düştüler: M.A sustuğunda bitecek sanıyorlardı.
Oysa ben yazmaya başladığımda yeni başlıyordum. Mesele artık şahsımın değil, sistemin onuruydu. Bu düzen beni silebiliyorsa, yarın başka bir hak sahibini de yok edebilirdi.
Ben susarsam, bu yalnızca şahsi bir yenilgi değil; toplum için bir tehlikeye dönüşürdü.
Hukuk diliyle, saygılı ama net bir duruşla; bugüne dek hiçbir tehdide boyun eğmeden, tüm adli süreci belgeledim. Karakola gidip tehditleri anlattım. Savcılıklara ses kayıtları sundum. Hakim karşısında dik durdum.
Belgelerle konuşan bir adam olarak, sadece kendi hakkımı değil, adaletin hatırlanma hakkını da savundum.
“Bu mücadelenin tanığı belgelerdi, tanrısı vicdandı.”
Alın Terinden Onura: Bir Şirketin Ardındaki İnsanlık Sınavı
Bana göre iş kurmak, sadece para kazanmak değildir. Bir iş adamı, aynı zamanda bir toplum mimarıdır. Kurduğun her yapı, kazandığın her kuruş, istihdam ettiğin her insan — vicdanının uzantısıdır.
Beykoz’daki o proje milyon dolarlarca değere ulaştı. Ama benim için o proje banka hesaplarında değil, insanların hayallerinde büyüyordu. Bir iş yeri değil, adil bir sistemdi. Bir maden sahası değil, bir topluluk vizyonuydu.
Bugün yaşadıklarıma dönüp baktığımda görüyorum ki gasp edilen yalnızca bir şirket değildi. Gasp edilen şey insanlıktı. Yetkilerimin alınması, polisle kurulan baskı düzeni, devletin içinden destekle yapılan operasyonlar… Hepsi adil olmak kavramını yok etmeye yönelikti.
Ama unuttukları bir şey vardı: Ben o değeri terk edecek biri değildim.
Bugün bana bunu yapanlar, yarın başkasına yapacak. Bugün bir iş adamını yok sayanlar, yarın bir öğretmeni, bir çiftçiyi de görmezden gelecek. Çünkü bu sistem bir kişiyi susturmaz; bir toplumu dilsizleştirmeye çalışır.
Ama ben susturulmadım. Konuştuğumda değil, yazdığımda büyüdüm. Beni dışarı attılar ama ben içeriye sözlerimle geri döndüm.
Projenin ismini değiştirebilirler. Kapısını boyayabilirler. Resmî defterlere yeni imzalar atabilirler. Ama o projeyi kuran niyeti, gece gündüz verilen emeği asla çalamazlar.
Çünkü para ile alınamayan tek şey, bir adamın onurlu geçmişidir.
Ben kimim biliyor musunuz?
Bir girişimci değil sadece. Bir proje sahibi değil sadece. Bir mağdur hiç değilim.
Ben bu ülkenin onurunu temsil edenlerdenim. Yaptığı işin arkasında duran, yasalara güvenmeyi hâlâ tercih eden, çevresine rağmen yüreğinden şaşmayan biriyim.
Beni devirmek istediler. Ama aslında kendi vicdanlarını yerle bir ettiler.
“Bir işyerinden değil, bir ideadan kovuldum. Ama o ideayı kimse kapının dışında bırakamaz.”
Kalemin Konuştuğu Yerde: Sessizliğe Karşı Son Söz
Bu bir proje anlatısı değil. Bu bir hak arayışının soluk soluğa yürüyüşü. Ne belgelerle başladı, ne mahkeme salonunda bitti. Bu bir insanın, susturulmaya çalışılan iç sesinin haykırışıydı.
Öyle bir yerde susturuldum ki, duyduğum her sessizlik, yazıya dönüşmeye başladı. Kapalı kapılar, zincirli dosyalar, cevaplanmayan telefonlar… hepsi bir paragraf oldu, bir cümlede içim açıldı.
Bu hikâye benim değil yalnızca. Bu hikâye, dosyası sürüncemede kalanların, kapısı kilitlenenlerin, emeği görmezden gelinenlerin hikâyesi. Her satırında o insanların umudu var. Her vurgusunda onların susturulamayan karakteri.
Adaletin sustuğu yerde ses olunmaz belki ama anlam olunur. Ben o anlamı kurmak için yazdım. Yenildiğim yerlerde değil, susturulmadığım kelimelerde yeniden inşa oldum.
Elimden belgelerimi aldılar. Ama kalemimi alamadılar. Projeyi çaldılar. Ama hayalimi değil. Çünkü bir insanın en büyük direnişi; söyledikleri değil, söylemekten vazgeçmedikleridir.
Ve unutmayın: Bazen bir yazı, mahkeme kararından daha uzun yaşar.
“Bu benim hikâyem değil sadece; susturulmaya çalışılan herkesin sesi.”
— Murat Apay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder