1. Bölüm – Sahneye Giriş
Kapı gıcırdayarak açıldı. Terk edilmiş tiyatro salonu, loş ışıkta bir hayalet gibi karşısında belirdi. Tozlu koltuklar, yıpranmış perdeler, sahnenin ortasında unutulmuş bir taç. Adam, Hamlet’i hiç okumamıştı. Ama bu sahne, ona tanıdık geldi. Sanki bir zamanlar burada bir şey olmuştu. Ya da olacak gibi.
Adımlarını yavaşça sahneye doğru attı. Her adım, geçmişinden bir yankı taşıyordu. Sahneye çıktığında, yerde bir kafatası gördü. Üzerinde hiçbir yazı yoktu. Ama bir soru vardı: “Olmak mı, olmamak mı?” Adam bu soruyu duymamıştı. Ama içinde yankılandı. Çünkü bu soru, onun hayatına aitti.
Perdeler aralandı. Sahne boştu. Ama boşluk, bir eksiklik değil; bir çağrıydı. Adam, sahnenin ortasında durdu. Gözlerini kapattı. İçinden bir ses yükseldi: “Kimim ben?” Bu soru, Hamlet’in değil; onun sorusuydu. Ve cevap, sahnenin sessizliğinde gizliydi.
Bir sandalye çekti. Oturdu. Sahneye değil, kendine bakmaya başladı. Hamlet’i bilmeden Hamlet olmuştu. Çünkü bazı hikâyeler, kitaplarda değil; ruhun kıvrımlarında yazılır. Ve o kıvrımlar, sahneye çıktığında görünür olur.
2. Bölüm – Taç: Kimlik ve Yük
Taç, sahnenin ortasında duruyordu. Parlak değildi. Altın gibi görünmüyordu. Sanki zaman onu solmuştu. Adam, taçla göz göze geldi. Ama bu bir bakış değil; bir yüzleşmeydi. Çünkü taç, sadece bir nesne değil; bir yük taşıyordu. Ve o yük, kimlikti.
Yavaşça eğildi. Taça dokundu. Soğuktu. Ama bu soğukluk, metalin değil; geçmişin soğukluğuydu. Taç, bir kralın değil; bir sorunun sembolüydü: “Kim olmak istiyorsun?” Adam bu soruyu hiç sormamıştı kendine. Ama şimdi, sahnenin ortasında, bu soru onu sarmıştı.
Taçı başına koymadı. Elinde tuttu. Çünkü bazı yükler taşınır ama giyilmez. Taç, onun kimliği değil; onun kararsızlığıydı. Sahne sessizdi. Ama bu sessizlik, bir kararın eşiğindeydi. Adam, geçmişini düşündü. Seçimlerini, suskunluklarını, kaçışlarını. Hepsi bu taçta toplanmıştı.
Bir an gözlerini kapattı. Taç ağırlaştı. Sanki yılların suskunluğu onun ellerine dökülüyordu. Bu yük, bir krallığın değil; bir ruhun yüküydü. Adam, taçı yere bıraktı. Ama bu bırakış, bir reddediş değil; bir kabullenişti. Çünkü kimlik, bazen giyilmez. Sadece taşınır. Sessizce, görünmeden, ama hep hissedilerek.
3. Bölüm – Hayalet: Geçmişin Yankısı
Sahneye sis çöktü. Loş ışık daha da soldu. Adam, yalnız olduğunu sanıyordu. Ama yalnızlık, bazen bir varlığın habercisidir. Sislerin içinden bir siluet belirdi. Net değildi. Ama tanıdıktı. Bir yüz, bir bakış, bir suskunluk. Adam, bu hayaleti tanımıyordu. Ama onunla konuşmak zorundaydı.
“Sen kimsin?” diye sordu. Hayalet cevap vermedi. Sadece baktı. Bu bakış, bir suçlama değil; bir çağrıydı. Adam, geçmişini düşündü. Babasını, çocukluğunu, sustuğu anları. Bu hayalet, onun geçmişinin yankısıydı. Ve şimdi sahnede onunla yüzleşiyordu.
Hayalet, sahnenin kenarına yürüdü. Elinde bir mektup vardı. Ama mektup açılmadı. Çünkü bazı mesajlar okunmaz. Sadece hissedilir. Adam, mektuba uzanmadı. Sadece gözlerini kapattı. İçinden bir ses yükseldi: “Affet beni.” Bu cümle, hayalete değil; kendineydi.
Hayalet yavaşça uzaklaştı. Sis dağıldı. Sahne yeniden boş kaldı. Ama bu boşluk, artık sessiz değildi. Adam, geçmişiyle konuşmuştu. Ve o konuşma, bir hesaplaşma değil; bir kabullenişti. Hayalet gitmişti. Ama onun yankısı, adamın içinde kalmıştı. Çünkü bazı hayaletler, unutulmaz. Sadece sessizleşir.
4. Bölüm – Kafatası: Ölümle Konuşmak
Kafatası sahnenin kenarında duruyordu. Tozla kaplıydı. Ama bu toz, zamanın değil; unutulmuşluğun iziydi. Adam, kafatasına yaklaştı. Eğildi. Göz çukurlarına baktı. Boşluktu. Ama bu boşluk, bir eksiklik değil; bir soruydu. “Ne kaldı geriye?” diye düşündü. “Ne götürür insan kendinden?”
Elini uzattı. Kafatasını avuçladı. Soğuktu. Ama bu soğukluk, ölümün değil; farkındalığın soğukluğuydu. Çünkü ölüm, bir son değil; bir aynadır. Ve o aynada herkes kendini görür. Adam, kafatasına baktı. Ama gördüğü şey bir yüz değil; bir yankıydı. Kendi suskunluğu, kendi kaçışı, kendi unutulmuşluğu.
“Sen kimdin?” diye sordu. Cevap gelmedi. Ama sessizlik, bir cevap gibiydi. Çünkü bazı sorular, sadece sorulmak için vardır. Cevapları yoktur. Adam, kafatasını sahnenin ortasına koydu. Bu bir sunum değildi. Bir teslimdi. Çünkü ölümle konuşmak, yaşamı anlamaya çalışmaktır.
Gözlerini kapattı. İçinden bir cümle yükseldi: “Ben de bir gün unutulacağım.” Bu cümle, korku değil; kabul taşıyordu. Kafatası sessizdi. Ama onun sessizliği, adamın içindeki gürültüyü susturuyordu. Ve o sessizlikte, bir huzur vardı. Çünkü ölümle konuşan, yaşamla barışır.
5. Bölüm – Sahneden İniş: Hamlet’i Bilmeden Hamlet Olmak
Sahne sessizdi. Taç yerdeydi. Kafatası sahnenin ortasında duruyordu. Hayalet gitmişti. Ama adam hâlâ oradaydı. Çünkü sahne, onun içindeki boşluğu doldurmuştu. Hamlet’i hiç okumamıştı. Ama Hamlet olmuştu. Sessizce, fark etmeden, sahnenin ritmiyle.
Adımlarını geri çekti. Sahnenin kenarına geldi. Bir an durdu. Gözlerini salonun boş koltuklarına çevirdi. Sanki biri onu izliyordu. Belki geçmişi, belki geleceği, belki hiç var olmamış bir seyirci. Ama bu bakış, bir yargı değil; bir tanıklık gibiydi.
Adam sahneden indi. Ama sahne onunla kaldı. Çünkü bazı sahneler terk edilmez. Bazı roller unutulmaz. Ve bazı hikâyeler, okunmadan da yaşanır. Hamlet onun içinde bir yankıydı. Bir soru, bir suskunluk, bir geçiş. Ve o geçiş, sessizce tamamlanmıştı.
Dışarı çıktığında geceydi. Ama bu gece, karanlık değil; dingindi. Sahne kapanmıştı. Ama hikâye bitmemişti. Çünkü Hamlet olmak, bir metni ezberlemek değil; bir ruh hâline girmektir. Ve o ruh, şimdi onunla yürüyordu. Sessizce, derinden, unutulmadan.
— Murat Apay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder