Bekleyen Masa: Zamanın Unuttuğu Hikâye

1. Bölüm – Masaya Yaklaşmak

Yemek salonuna adım attığında, zaman bir anlığına durdu. Loş ışıklar, duvarlardaki çatlakları gizlemeye çalışıyor ama masa... masa her şeyi açıkta bırakıyordu. Salonun ortasında tek başına duran o masa, bir bekleyişin sembolüydü. Üzerinde boş bir tabak, solmuş bir çiçek ve sessizliğin ağırlığı vardı.

Kadın, yavaşça yaklaştı. Ayak sesleri halının üzerinde kayboldu. Sandalyeye dokundu ama oturmadı. Sanki masa, bir davet değil; bir hatırlatma gibiydi. Bu masa, bir zamanlar biri için hazırlanmıştı. Ama o “biri” hiç gelmemişti. Ve masa, o günden beri bekliyordu. Beklemek, onun varlık sebebiydi.

Çiçeğe baktı. Rengi solmuş, yaprakları kıvrılmıştı. Ama hâlâ oradaydı. Tıpkı bazı duygular gibi — solsa da gitmeyen, kurusa da kalan. Kadın, bu masa ile arasında bir bağ hissetti. Çünkü o da beklemişti. Birini, bir anı, bir cevabı. Ve şimdi bu masa, onun bekleyişine ortak oluyordu.

Salon sessizdi. Ama bu sessizlik, boşluk değil; doluluktu. Her şey anlatıyordu. Ama kelimelerle değil; varlıkla. Kadın, masaya biraz daha yaklaştı. Elini tabağın kenarına koydu. Soğuktu. Tıpkı geçmiş gibi. Bu masa, bir zamanın unuttuğu hikâyeyi taşıyordu. Ve kadın, o hikâyeyi dinlemeye hazırdı.

2. Bölüm – Hafıza: Masanın Anlattıkları

Masa sessizdi. Ama bu sessizlik, bir suskunluk değil; bir anlatıydı. Kadın, sandalyeye oturduğunda masa hafifçe gıcırdadı. Sanki yıllardır beklediği biri nihayet gelmişti. Bu gıcırtı, bir hoş geldin değil; bir hatırlatma gibiydi. “Sen de bekledin,” diyordu masa. “Benim gibi.”

Çiçeğin solmuş yaprakları, bir zamanlar canlı olan duyguları hatırlatıyordu. Kadın, parmaklarını yaprakların üzerinde gezdirdi. Her kıvrım, bir anıydı. Belki bir ayrılık, belki bir suskunluk, belki de hiç söylenmemiş bir cümle. Bu masa, sadece bir eşya değil; bir hafıza taşıyıcısıydı.

Duvarlardaki çatlaklara baktı. Her çatlak, zamanın iziydi. Bu salon, bir zamanlar doluydu. Seslerle, kahkahalarla, belki de gözyaşlarıyla. Ama şimdi sessizdi. Ve bu sessizlik, geçmişin yankısıydı. Kadın, bu yankıyı duyabiliyordu. Çünkü kendi içindeki sessizlikle aynı tondaydı.

Bir an gözlerini kapattı. Masanın anlattıkları, zihninde canlanmaya başladı. Bir adam, bir kadın, bir bekleyiş. Belki Zebercet, belki o kadın, belki de başka biri. Ama hikâye aynıydı: gelen olmamıştı. Ve masa, o günden beri anlatıyordu. Sessizce, sabırla, unutulmadan.

3. Bölüm – Yüzleşme: Masanın Gölgesinde

Masanın gölgesi, kadının üzerine düşüyordu. Ama bu gölge, ışığın değil; geçmişin iziydi. Kadın, tabağa bir kez daha baktı. Boştu. Ama bu boşluk, bir eksiklik değil; bir doluluktu. Çünkü bazı tabaklar, hiç dolmadan da doyurur insanı. Bekleyişin kendisi, bir anlam taşır. Ve kadın, o anlamla yüzleşmeye hazırdı.

Sandalyeye yaslandı. Gözleri, salonun köşelerine kaydı. Her köşe, bir sessizlik taşıyordu. Ama bu sessizlik, onun içindeki seslerle konuşuyordu. “Neden geldin?” diye sordu kendine. “Kimi bekliyorsun?” Ama cevaplar, masa kadar sessizdi. Çünkü bu yüzleşme, kelimelerle değil; duygularla yapılmalıydı.

Bir an gözlerini kapattı. Masanın gölgesi, zihninde büyüdü. Bir adam belirdi. Yalnız, suskun, bekleyen. Zebercet miydi? Belki. Belki de onun gibi biri. Ama bu adam, kadının içindeki boşluğu doldurmuyordu. Sadece ona aynalık ediyordu. Çünkü bekleyen sadece masa değildi. Kadın da bekliyordu. Kendini, geçmişini, belki hiç gelmeyecek bir cevabı.

Gözlerini açtığında masa hâlâ oradaydı. Ama artık farklı görünüyordu. Daha ağır, daha yaşlı, daha tanıdık. Kadın, elini tabağın üzerine koydu. Bu kez sıcak geldi. Çünkü yüzleşme, bazen bir dokunuşla başlar. Ve o dokunuş, yılların sessizliğini çözebilir. Kadın, masanın gölgesinde kendini bulmaya başlamıştı.

4. Bölüm – Geçiş: Sessizliğin İçinden

Salonun sessizliği artık dışsal bir durum değil; kadının iç sesi hâline gelmişti. Her masa, her sandalye, her çatlak onunla konuşuyordu. Ama bu konuşma kelimelerle değil; yankılarla yapılıyordu. Kadın, bu yankıların içinde yürüyordu. Ve her adım, bir geçişti. Bir hâlden diğerine. Bir sessizlikten başka bir sessizliğe.

Masanın etrafında dolandı. Her açıdan baktı. Ama masa değişmiyordu. Çünkü değişen masa değil; kadındı. Onun bakışı, onun algısı, onun içsel ritmi. Bu geçiş, bir farkındalık değil; bir çözülmeydi. Kendini bırakmak, geçmişi serbest bırakmak, bekleyişi anlamak... hepsi bu sessizliğin içinde gerçekleşiyordu.

Bir an durdu. Gözlerini kapattı. Zaman durdu. Mekân soldu. Sadece içindeki ses kaldı. Bu ses, ona ait değildi. Ama onunla konuşuyordu. “Artık beklemiyorsun,” diyordu. “Artık yürüyorsun.” Kadın, bu cümleyi duyduğunda hafifledi. Çünkü bazı geçişler, bir adım değil; bir kabulleniştir.

Gözlerini açtığında masa hâlâ oradaydı. Ama artık bir yük değil; bir eşlikti. Kadın, masaya son kez dokundu. Bu dokunuş, bir veda değil; bir teşekkürdü. Sessizlik, ona yol göstermişti. Ve o sessizlikten geçerek kendine ulaşmıştı. Artık masa beklemiyordu. Çünkü bekleyen gitmişti. Ve gitmek, bazen kalmaktan daha sessizdir.

5. Bölüm – Ayrılış: Masadan Kalkmak

Salon hâlâ sessizdi. Ama bu sessizlik artık bir yük değil; bir eşlikti. Kadın, sandalyeden kalktı. Masaya son kez baktı. Tabağın boşluğu, çiçeğin solgunluğu, duvarların çatlakları... hepsi onunla konuşmuştu. Ve şimdi hepsi susuyordu. Çünkü anlatacaklarını anlatmışlardı.

Kadın, masanın etrafında bir tur daha attı. Bu kez vedalaşmak için. Her adım, bir teşekkür gibiydi. Bu masa, ona bir şey vermemişti. Ama ondan bir şey almıştı: bekleyişin anlamını. Ve kadın, artık beklemiyordu. Çünkü beklemek, bazen bir duruş değil; bir unutuluş olur. O ise hatırlamayı seçmişti.

Kapıya yöneldi. Salonun loş ışıkları arkasında kaldı. Ama masa, onunla birlikte yürüyordu. Zihninde, kalbinde, belki de adımlarında. Çünkü bazı masalar terk edilmez. Bazı sessizlikler unutulmaz. Kadın, kapıyı açtı. Dışarıda gece vardı. Ama bu gece, onun içinde aydınlıktı.

Masadan kalkmak, bir ayrılış değil; bir geçişti. Ve o geçiş, sessizce gerçekleşti. Kadın, artık başka bir hikâyeye yürüyordu. Ama bu hikâye, masanın gölgesinde başlamıştı. Ve o gölge, bir ömür sürecekti.

— Murat Apay

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder