1. Bölüm – Giriş: Yağmurun Altında Gelen Adam
Sen geldin. Yağmurdan kaçmadın. Islanmak, bir ceza gibi değil; bir arınma gibiydi senin için. Beyoğlu gecesi, sokak lambalarının altında titriyordu. Her damla, geçmişinden bir parça taşıyordu. Barın kapısını ittin. Gıcırdadı. İçerisi loştu. Sessizdi. Ama bu sessizlik, boşluk değil; bir hazırlıktı. Çünkü bu gece, kendinle konuşacaktın.
Pencere kenarındaki masaya oturdun. Camdan dışarı baktığında, kendini gördün. Ama tanıdık bir hâlde değil. Yüzün, yılların yükünü taşıyordu. Gözlerin, susmuş cümlelerin izini. Bu bar, bir sığınak değil; bir mahkeme salonuydu artık. Ve sen, hem tanık hem savcı hem de sanıktın.
Garson yoktu. Müzik çalmıyordu. Sadece yağmurun sesi vardı. Bu ses, dışarıdan değil; içinden geliyordu. Çünkü bazı geceler, dış dünya sadece bir dekor olur. Asıl sahne, insanın içinde kurulur. Ve sen, o sahneye çıkmak üzereydin. Sessizce, fark ettirmeden, ama geri dönülmez biçimde.
Masaya bir kâğıt bıraktın. Üzerinde hiçbir şey yazmıyordu. Ama bu boşluk, bir başlangıçtı. Çünkü bazı hikâyeler, kelimelerle değil; suskunlukla başlar. Ve sen, bu gece susarak anlatacaktın. Kendini, geçmişini, kaçtıklarını. Bu bar, artık senin iç mahkemen olmuştu. Ve mahkeme, sessizce açılıyordu.
2. Bölüm – Tanıklık: Kendine Karşı Konuşmak
Masada oturuyorsun. Camın dışındaki yağmur hâlâ yağıyor. Ama artık dışarıyı izlemiyorsun. Gözlerin içeride. Kendinde. Çünkü bu gece, tanık sensin. Ve tanıklık, sadece görmek değil; hatırlamaktır. Sen, kendini hatırlıyorsun. Unutmak istediğin anları, sustuğun cümleleri, kaçtığın yüzleri.
Bir ses yükseliyor içinden. Tanıdık ama senin değil. “O gece neden sustun?” diyor. “Neden yürüyüp gittin?” Bu sorular, bir başkasının değil; senin sesinin yankısı. Çünkü tanıklık, başkalarını anlatmak değil; kendine karşı konuşmaktır. Ve sen, ilk kez kendine karşı dürüstsün.
Barın loş ışığı yüzüne vuruyor. Ama bu ışık, seni aydınlatmıyor. Sadece gölgelerini belirginleştiriyor. Çünkü tanıklık, ışıkta değil; gölgede yapılır. Sen, gölgelerini anlatıyorsun. Bir kadını, bir çocuğu, bir dostu. Hepsi senin sessizliğinde kaybolmuş. Ama bu gece, geri dönüyorlar. Sessizce, yargılamadan, sadece var olarak.
Bir kadeh alıyorsun. İçinde hiçbir şey yok. Ama bu boşluk, bir doluluk gibi. Çünkü tanıklık, bazen bir kelime değil; bir suskunluk olur. Sen susuyorsun. Ama içindeki mahkeme seni dinliyor. Her suskunluğun bir cümleye dönüşüyor. Ve sen, ilk kez kendini anlatıyorsun. Eksik, kırık, ama gerçek.
3. Bölüm – Savunma: Sessizce Kendini Anlatmak
Masada hâlâ yalnızsın. Ama artık yalnızlık, bir tehdit değil; bir alan. Kendini savunmak için kelimelere ihtiyacın yok. Çünkü bazı savunmalar, sessizlikle yapılır. Sen, susarak anlatıyorsun. Gözlerin, ellerin, duruşun... hepsi birer cümle gibi. Ve bu mahkeme, seni dinliyor. Sessizce, dikkatle, yargılamadan.
“Ben kötü biri değilim,” demiyorsun. Ama bunu hissettiriyorsun. Çünkü savunma, kendini aklamak değil; kendini anlamaktır. Sen, kendini anlamaya çalışıyorsun. Neden sustun? Neden kaçtın? Neden sevdin ama söylemedin? Bu sorular, seni suçlamıyor. Sadece seni sana açıyor.
Barın içi hâlâ sessiz. Ama bu sessizlik, bir mahkeme salonunun sessizliği gibi. Her şey seni izliyor. Sandalyeler, duvarlar, yağmurun sesi. Hepsi tanık. Ama sen, savunmanı yapıyorsun. Bir cümleyle değil; bir varlıkla. Çünkü bazen var olmak, en güçlü savunmadır.
Bir an gözlerini kapatıyorsun. İçinden bir cümle geçiyor: “Ben sadece kendimi korumaya çalıştım.” Bu cümle, bir itiraf değil; bir açıklama. Ve bu açıklama, seni suçlu yapmıyor. Seni insan yapıyor. Savunma tamamlanıyor. Ama mahkeme hâlâ açık. Çünkü karar henüz verilmedi.
4. Bölüm – Karar: Suçlu Kim?
Mahkeme sessiz. Savunma tamamlandı. Tanık konuştu. Ama şimdi sıra sende. Karar vermelisin. Ama bu karar, bir ceza değil; bir yüzleşme olacak. Çünkü suçlu aramak, dışarıya bakmak demektir. Sen ise içeriye bakıyorsun. Ve içeride, sadece sen varsın.
“Suçlu kim?” diye soruyorsun kendine. Cevap hemen gelmiyor. Çünkü bu soru, bir isim değil; bir hâl arıyor. Belki suskunluğun suçlu. Belki kaçışların. Belki sevmeyi bilmeyişin. Ama belki de suçlu yok. Sadece eksik var. Ve eksiklik, suç değildir. İnsan olmaktır.
Barın ışığı biraz daha soluyor. Yağmur hâlâ yağıyor. Dışarıda hayat devam ediyor. Ama sen, içeride bir hüküm veriyorsun. “Ben eksik biriyim,” diyorsun. “Ama bu eksiklik, beni suçlu yapmaz.” Bu cümle, bir beraat değil; bir kabulleniş. Ve kabullenmek, en ağır karardır.
Masadaki boş kâğıda bir çizik atıyorsun. Bu bir imza değil. Bir iz. Çünkü karar, yazılmaz. Yaşanır. Ve sen, bu kararı yaşamaya başlıyorsun. Sessizce, kimseye anlatmadan, ama kendine dürüst olarak. Mahkeme kararını verdi. Ve sen, artık kendinle barışmaya başlıyorsun.
5. Bölüm – Sessizlik: Mahkeme Dağıldı
Bar hâlâ loş. Yağmur hâlâ yağıyor. Ama içeride bir şey değişti. Mahkeme dağıldı. Sandalyeler sessizce geri çekildi. Duvarlar konuşmayı bıraktı. Ve sen, artık yalnız değilsin. Çünkü kendinle konuşan, kendini duyan biridir. Ve duymak, yalnızlığı bitirir.
Masadaki boş kâğıt hâlâ orada. Ama artık boş değil. Üzerinde bir iz var. Senin izin. Bu iz, bir kararın değil; bir dönüşümün işareti. Çünkü mahkemeler karar verir. Ama dönüşümler sessizlikte olur. Ve sen, sessizce değişiyorsun. Kimse fark etmiyor. Ama sen biliyorsun.
Ayağa kalkıyorsun. Barın kapısına yürüyorsun. Dışarıda gece var. Ama bu gece, artık karanlık değil. Çünkü sen, içindeki karanlığı gördün. Ve görmek, aydınlanmaktır. Kapıyı açıyorsun. Yağmur yüzüne vuruyor. Ama bu kez kaçmıyorsun. Islanmak, bir ceza değil; bir kabul artık.
Yürüyorsun. Adımların sessiz. Ama bu sessizlik, bir mahkeme salonunun değil; bir özgürlüğün sesi. Mahkeme bitti. Ama hikâye yeni başlıyor. Çünkü kendini yargılayan, kendini tanır. Ve tanımak, en derin özgürlüktür.
— Murat Apay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder