1. Zincirlerin Kutsandığı Bir Düzenin Anatomisi
Kölelik, insanlık tarihinin en eski ve en tartışmalı kurumlarından biridir. Ancak bu kurumun yalnızca ekonomik ya da siyasal bir araç değil, aynı zamanda kutsal bir düzen olarak sunulması, onu sorgulanamaz kılmıştır. Farklı dinler ve kültürler köleliği çeşitli biçimlerde uygulamış, bazıları zamanla bu kuruma karşı direnç göstermiştir. Ne var ki İslam dünyasında kölelik, yalnızca meşrulaştırılmakla kalmamış; Kur’an ayetleri, hadis külliyatı ve fıkıh metinleriyle kurumsallaştırılmıştır.
Bu yazı, İslam şeriatında köleliğin nasıl tanımlandığını, hangi yollarla sürdürüldüğünü ve neden hiçbir zaman gerçek anlamda kaldırılmadığını eleştirel bir bakışla incelemektedir. Amaç, yalnızca tarihsel bir çözümleme yapmak değil; aynı zamanda insanlık onurunun hangi gerekçelerle ertelendiğini, hangi kutsal gerekçelerle zincirlerin çözülmediğini sorgulamaktır. Çünkü bazen zincirleri kırmak cesaret ister; ama onları kutsamamak, çok daha derin bir vicdan gerektirir.
2. Köle Azatlığının Şartlı ve Keyfi Oluşu
İslam şeriatında köle azatlığı, özgürlüğün doğuştan gelen bir hak değil, çoğu zaman bir günahın kefareti ya da ibadetin tamamlayıcısı olarak sunulmasıyla dikkat çeker. Kur’an’da köle azat etmek, yanlışlıkla adam öldürmenin cezası (Nisâ 92), yemin bozmanın kefareti (Mâide 89) ya da oruç bozanın telafisi (Mücâdele 3) gibi durumlarda önerilen bir seçenek olarak yer alır. Bu, özgürlüğün bireysel bir hak değil, Tanrı’ya karşı işlenen bir hatanın telafisi olarak konumlandırıldığını gösterir.
Daha da çarpıcı olan, köle azatlığının kölenin iradesine değil, efendinin takdirine bağlı olmasıdır. Nur Suresi 33. ayette, kölelerin özgürlüklerini satın almak istemeleri halinde, eğer efendileri onlarda bir “hayır” görürse bu talebin kabul edilmesi gerektiği belirtilir. Bu ifade, özgürlüğün bir hak değil, efendinin lütfu olduğunu açıkça ortaya koyar. Velâyet ve kârabet-i hükmiyye gibi kavramlar da, azat edilen kölenin bile tam anlamıyla özgür olmadığını, eski efendisiyle hukuki ve sosyal bağlarının sürdüğünü gösterir.
Bu anlayış, özgürlüğü bireyin doğuştan sahip olduğu bir değer olmaktan çıkarır; onu, efendinin dini yükümlülükleriyle sınırlı bir ayrıcalığa dönüştürür. Jean-Paul Sartre’ın “İnsan özgür olmaya mahkûmdur” sözü burada tersine çevrilir: köle, özgür olmamaya mahkûmdur—ta ki efendisi onu bağışlamaya karar verene kadar.
2. Köle Azatlığının Şartlı ve Keyfi Oluşu
İslam şeriatında köle azatlığı, özgürlüğün doğuştan gelen bir hak değil, çoğu zaman bir günahın kefareti ya da ibadetin tamamlayıcısı olarak sunulmasıyla dikkat çeker. Kur’an’da köle azat etmek, yanlışlıkla adam öldürmenin cezası (Nisâ 92), yemin bozmanın kefareti (Mâide 89) ya da oruç bozanın telafisi (Mücâdele 3) gibi durumlarda önerilen bir seçenek olarak yer alır. Bu, özgürlüğün bireysel bir hak değil, Tanrı’ya karşı işlenen bir hatanın telafisi olarak konumlandırıldığını gösterir.
Daha da çarpıcı olan, köle azatlığının kölenin iradesine değil, efendinin takdirine bağlı olmasıdır. Nur Suresi 33. ayette, kölelerin özgürlüklerini satın almak istemeleri halinde, eğer efendileri onlarda bir “hayır” görürse bu talebin kabul edilmesi gerektiği belirtilir. Bu ifade, özgürlüğün bir hak değil, efendinin lütfu olduğunu açıkça ortaya koyar. Velâyet ve kârabet-i hükmiyye gibi kavramlar da, azat edilen kölenin bile tam anlamıyla özgür olmadığını, eski efendisiyle hukuki ve sosyal bağlarının sürdüğünü gösterir.
Bu anlayış, özgürlüğü bireyin doğuştan sahip olduğu bir değer olmaktan çıkarır; onu, efendinin dini yükümlülükleriyle sınırlı bir ayrıcalığa dönüştürür. Jean-Paul Sartre’ın “İnsan özgür olmaya mahkûmdur” sözü burada tersine çevrilir: köle, özgür olmamaya mahkûmdur—ta ki efendisi onu bağışlamaya karar verene kadar.
4. Dua, Sadaka ve Hac ile Azatlığın İkamesi
İslam şeriatında köle azat etmek, zamanla yerini sembolik ibadetlere bırakmıştır. Hadislerde, günde on defa “Subhanallah” demenin bir köle azat etmiş gibi sevap kazandıracağı; yüz defa “La ilahe illallah” demenin ise on köle azat etmeye denk olduğu belirtilir. Bu tür uygulamalar, özgürlüğün maddi bir gerçeklik olmaktan çıkarılıp, manevi bir ritüele dönüştürülmesini beraberinde getirmiştir.
Benzer şekilde, yarım hurma sadakası vermekle cehennemden kurtulma, yaya olarak hacca gitmekle köle azat etmiş gibi sevap kazanma gibi uygulamalar, özgürlüğü bir insan hakkı olmaktan çıkarıp, sevap puanına indirger. Bu anlayış, köleliğe karşı bir duruş değil; onunla birlikte yaşamanın dini yollarını üretir. Özgürlük, artık bir insanın zincirlerinden kurtulması değil; bir müminin sevap kazanma aracına dönüşmüştür.
Karl Marx’ın “Din, halkın afyonudur” sözü burada çarpıcı biçimde yankılanır. Çünkü köle azat etmek gibi devrimsel bir eylem, dua ve zikirle ikame edilerek etkisizleştirilmiştir. Bu da köleliğe karşı değil, kölelikle birlikte yaşamaya yönelik bir dini stratejinin göstergesidir. Özgürlük, burada bir eylem değil; bir ritüelin soyut karşılığına dönüşür.
5. Köleliğin İlahi Bir Düzen Olarak Sunulması
İslam şeriatında kölelik yalnızca tarihsel bir zorunluluk olarak değil, doğrudan ilahi bir düzenin parçası olarak sunulmuştur. Kur’an’da köleliği yasaklayan tek bir ayet bulunmazken, birçok ayet köleliği düzenler, meşrulaştırır ve toplumsal yapının doğal bir unsuru olarak kabul eder. Rûm Suresi 28. ayette, kölelerin efendileriyle eşit tutulamayacağı açıkça belirtilir: “Sahip olduğunuz köleleri, sizinle eşit haklara sahip ortaklar olarak kabul eder misiniz?” Bu retorik soru, eşitliğin değil, hiyerarşinin kutsandığını gösterir.
Daha da çarpıcı olan, cariyelik kurumunun evli kadınları bile kapsayacak şekilde meşrulaştırılmasıdır. Nisâ Suresi 24. ayet, evli kadınlarla cinsel ilişkiyi yasaklarken, “sahip olunanlar” istisnasını getirir. Bu ifade, cariyelerin evli olsalar bile efendileriyle cinsel ilişkiye zorlanabileceğini meşrulaştırır. Bu durum, yalnızca köleliğin değil, kadının da mülkiyet nesnesi haline getirildiğini gösterir.
Hadislerde geçen “kıyamet alametlerinden biri, cariyenin efendisini doğurmasıdır” ifadesi ise, köleliğin yalnızca dünyevi değil, eskatolojik bir düzene de entegre edildiğini gösterir. Bu anlayış, köleliği geçici bir kötülük değil, Tanrı’nın düzeninin bir parçası olarak sunar. Michel Foucault’nun “iktidar, yalnızca baskı yoluyla değil, bilgi ve kutsallık yoluyla da işler” sözü burada yankı bulur. Çünkü kölelik, yalnızca zorla değil; kutsallaştırılarak da sürdürülmüştür.
6. Kölelerin Yükseltilmesi: Saygı mı Strateji mi?
İslam tarihinde bazı kölelerin yüksek mevkilere getirilmesi, yüzeyde eşitlikçi bir anlayışın göstergesi gibi sunulmuştur. Zeyd bin Harise’nin evlat edinilmesi ve Üsâme bin Zeyd’in ordu komutanı yapılması bu örnekler arasında sıkça anılır. Ancak bu yükselişler, bireysel istisnalar olmaktan öteye geçmemiştir. Dahası, bu tür terfiler çoğu zaman dini ya da siyasi fayda gözetilerek yapılmıştır.
Zeyd’in evlat edinilmesi, köleliğe karşı bir duruş değil; Muhammed’in şahsi sadakatine dayalı bir bağın sonucudur. Aynı şekilde Üsâme’nin ordu komutanı yapılması, genç yaşına ve köle kökenine rağmen, siyasi bir mesaj taşıyan sembolik bir atamadır. Bu örnekler, köleliğin sistemsel olarak sorgulanmadığını; yalnızca bazı bireylerin sistem içinde yükselmesine izin verildiğini gösterir.
Bu durum, Aristoteles’in “istisnalar, kuralı kanıtlamaz; yalnızca onun sınırlarını gösterir” sözüyle örtüşür. Kölelerin yükseltilmesi, onların insanlık onurunun tanındığını değil; sistemin esnekliğini ve pragmatizmini gösterir. Gerçek eşitlik, birkaç kişinin yükselmesiyle değil; tüm zincirlerin çözülmesiyle mümkündür.
7. İslam Dünyasında Direnişsizliğin Tarihi
Kölelik, Batı düşünce tarihinde zamanla sorgulanmış, eleştirilmiş ve nihayetinde reddedilmiştir. Budha, tüm canlıların acıdan kurtulması gerektiğini savunurken; Alcidamas, “Tanrı tüm insanları özgür yarattı” diyerek köleliği doğaya aykırı ilan etmiştir. Cicero, Stoacı düşünceyle insanın doğuştan özgür olduğunu savunmuş; Kant ise insanın asla yalnızca bir araç olarak kullanılmaması gerektiğini vurgulamıştır. Bu düşünsel miras, köleliğe karşı felsefi bir direnişin temelini oluşturmuştur.
Oysa İslam dünyasında köleliğe karşı benzer bir entelektüel ya da ahlaki direniş gelişmemiştir. Ne klasik fıkıh metinlerinde ne de büyük kelamcıların eserlerinde köleliğin ilga edilmesi gerektiğine dair sistematik bir tartışma yer almaz. Bunun temel nedeni, köleliğin Kur’an’da doğrudan yasaklanmaması ve hatta düzenlenerek meşrulaştırılmasıdır. Bu durum, köleliğe karşı çıkmayı yalnızca toplumsal bir eleştiri değil; aynı zamanda ilahi düzene karşı bir başkaldırı haline getirmiştir.
Albert Camus’nün “İtaat edenler, en az zalimler kadar suçludur” sözü burada yankı bulur. Çünkü İslam dünyasında köleliği sürdüren yalnızca efendiler değil; onu sorgulamayan, meşrulaştıran ve kutsayan sessizliktir. Bu sessizlik, zincirleri kırmak yerine kutsayan bir geleneğin mirasıdır. Direnişin yokluğu, yalnızca korkudan değil; kutsallıkla örülmüş bir itaate dönüşen düşünsel ataletten kaynaklanır.
8. Köleliğin 20. Yüzyıla Kadar Sürmesi
İslam dünyasında kölelik, yalnızca klasik dönemle sınırlı kalmamış; Osmanlı İmparatorluğu da dahil olmak üzere birçok İslam devleti tarafından 20. yüzyıla kadar sürdürülen bir kurum olmuştur. Esir pazarları, cariye sistemleri ve köle ticareti, yalnızca tarihsel belgelerde değil; toplumsal hafızada da derin izler bırakmıştır. Bu süreklilik, köleliğin yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda dini meşruiyetle korunduğunu gösterir.
Kölelik, Batı’nın baskısıyla görünüşte kaldırılmış; ancak birçok Arap ülkesinde gayriresmî olarak devam etmiştir. Suudi Arabistan, Yemen, Moritanya gibi ülkelerde kölelik ancak 1960’lar ve sonrasında yasaklanmış; fakat uygulamada uzun süre varlığını sürdürmüştür. Bu durum, köleliğin yalnızca hukuki değil, zihinsel ve teolojik düzeyde de çözülmemiş olduğunu ortaya koyar.
Gerçek özgürlük, yalnızca zincirlerin çözülmesiyle değil; o zincirlerin kutsal sayılmasına karşı çıkmakla mümkündür. Köleliğin kaldırılması, teknik bir reform değil; ahlaki ve teolojik bir devrim gerektirir.
“Köleliği kaldırmak cesaret ister; ama onu kutsal sayan sessizliği yıkmak, çok daha derin bir özgürlük talebidir.”
Murat Apay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder