Yalnızlığın Sessizliğiyle Başlayan Bir Gecede
Yalnızlık… Dışarıdan romantik bir sükûnet, içerideyse bazen bir çığlık gibi. Eski bir çatı katında, şehrin telaşlı uğultusundan izole olmuş halde, insan kendi sesiyle yüzleşir. Pencerenin kenarında otururken, şehir ışıkları puslu bir rüya gibi odama vuruyor. Buradaki sessizlik, kabullenilmiş bir huzur mu; yoksa içsel bir isyanın, görülmeme isteğinin sessizliği mi?
Hikâyemin içinde geziniyorum: Kimim, neyi bekliyorum, bu sessizlikten ne umuyorum? Dış dünyadan birinin sesi bazen özlenir, bazen korkutur. Ama en çok da “anlaşılmak” ister insan. Tıpkı aşkın içinde kaybolan karakterler gibi, burada da kendi kimliğimle yüzleşiyorum; sadakatle, vazgeçiş arasında bir yerde.
Ve bu odada, her nesne bir tanıklık gibi. Raflardaki kitaplar, duvarda asılı kalmış bir saat, pencere kenarındaki solmuş perde… Hepsi zamanın burada farklı aktığını fısıldıyor. Dışarıda geçen her saniye, burada yankılanarak çoğalıyor. Belki de bu yüzden yalnızlık, sadece bir durum değil; bir mekânın ruhuyla birleşmiş bir hâl. Bu çatı katı, içimdeki boşlukla konuşan bir yankı odası gibi.
Kalabalığın İçinde Yabancılaşmak
Sokağın aşağısı kalabalık. Camı aralayıp insanların konuşmalarını, kahkahalarını dinliyorum fakat onlar da benim için birer figürandan farksız. Kendi hayatlarının başrolündeler, benim sahnem ise hâlâ boş. İçsel bir monolog başlıyor: “Görülmeden var olmak ne demek?”
Belki kalabalıkların arasına karışırsam yalnız kalmam sanıyorum ama asıl yabancılığı kendi içimde hissediyorum. Aşk bir başkasıyla var olurken, yalnızlık insanı kendine yaklaştırır. Sadakat mi? Teslimiyet mi? Yalnızlığın bana kattığı sadakat, kendimden ödün vermeden kim olduğumu sorgulamama imkân tanıyor. Dışarıdaki ilişkilerde ise çoğu zaman başkasının gölgesinde kaybolmak var; burada ise kendi sesimi duymak.
Kalabalıklar arasında yürürken bazen bir çift gözle karşılaşıyorum. Belki bir saniyelik bir temas, belki de sadece bir yansıma. Ama o an bile, içimdeki boşluğu doldurmaya yetmiyor. Çünkü anlaşılmak, sadece görülmek değil; içindeki sessizliğin duyulmasıdır. Ve bu şehirde, kimse kimsenin sessizliğini duymuyor. Herkes kendi gürültüsüne gömülmüş.
Geçmişin ve Umudun Gölgesinde
Çatı katında zaman tuhaf işler. Geçmişin gölgeleri bazen duvarlarda geziniyor. Eski fotoğrafların, tozlu kitapların arasında kaybolurken kendime “Burada benden önce kimler vardı?” diye soruyorum. Bu oda, sadece bana ait değilmiş gibi. Sanki her köşesi, bir başka yalnızlığın izini taşıyor.
Tıpkı aşkın bağımlılık haline dönüşebileceği gibi, yalnızlık da bir alışkanlık olabilir mi? İnsan, kendi sessizliğine bağlanabilir mi? Bu sorular bazen geceleri uykumu böler. Buradan çıkmak, başka bir hikâyeye karışmak cesaret ister. Ama asıl cesaret, kendi gölgene dokunabilmekte mi saklı?
Umut, bazen bir anıya tutunur. Eski bir mektup, bir kitap arasına sıkışmış bir not, geçmişten gelen bir ses gibi. Bu odada, geçmişin yankılarıyla geleceğe dair hayaller birbirine karışıyor. Belki de bu yüzden burası sadece bir çatı katı değil; zamanın katmanlaştığı bir iç dünya.
Yalnızlık Kader mi, Seçim mi?
Yalnızlık, çoğunlukla bir zorunluluk gibi görülür; ama bazen en büyük özgürlük buradadır. Hiçbir beklenti yükü olmadan, kimseye kendini ispatlamak zorunda kalmadan sadece var olmak. Bu düşünce, ilk başta ürkütücü gelse de zamanla bir tür içsel özgürlük alanına dönüşüyor. Kimsenin seni tanımlamadığı, senden bir şey beklemediği bir boşlukta, kendi varlığını yeniden inşa ediyorsun.
Aynada yüzüme bakarken, kendimi ilk kez gerçekten görüyorum. Gurur mu, teslimiyet mi, yoksa aradığım öz benliğim mi? Bu soruların net bir cevabı yok belki ama onları sormak bile bir başlangıç. Bir çatı katı odasında, yalnız gecelerde insanla hesaplaşmak kolay değildir. Ama en büyük dostluk, burada başlar. Kendiyle barışan insan, eninde sonunda hayatla da barışır.
Belki de yalnızlık, ne kaderdir ne de tamamen bir seçim. O, zaman zaman içine düştüğümüz ama içinden geçerken kendimizi yeniden tanıdığımız bir geçittir. Ve bu geçitte, her adım bir yüzleşme, her sessizlik bir cevap olabilir.
Son Söz: Kendinle Kucaklaşma
Her yeni günle birlikte o kapı bir kez daha aralanıyor. Belki de dışardaki kalabalıklara değil, kendi içimize dönerek, kendimizle sarılarak yeniden başlayabiliriz. Yalnızlık, bir yenilgi değil, bir keşiftir. Tıpkı aşkın farklı halleri gibi; önemli olan onu nasıl yaşadığımız, kendimizden ne kadar vazgeçip ne kadar sahiplendiğimizdir.
Bu çatı katı, artık sadece bir mekân değil; içsel yolculuğumun haritası oldu. Her sessizlik, her gölge, her gece — beni kendime biraz daha yaklaştırdı. Belki hâlâ biri kapımı çalmayacak, belki hâlâ anlaşılmayacağım. Ama artık biliyorum ki, kendi iç sesimi duymak, dış dünyanın gürültüsünden daha kıymetli.
Ve belki bir gün, bu yalnızlık anlatısı bir başkasının sessizliğine dokunur. Belki bir pencere kenarında oturan başka bir ruh, bu satırlarda kendi yankısını bulur. Çünkü bazen en derin bağlar, hiç tanışmadan kurulur.
-Okur, Yazar ve Anlamın Kırılganlığı Üzerine-
YanıtlaSilBir metin yazıldığında, artık yalnızca yazara ait değildir. O, her okurun zihninde yeniden doğar, yeniden şekillenir. Yazarın niyetiyle başlayan yolculuk, okurun sezgileriyle başka bir kıyıya varır. Bu yüzden bir metin, sabit bir anlamdan çok, yankılanan bir çağrıdır; her kulakta başka tınlayan, her yürekte başka titreşen.
Yazar, çoğu zaman içsel bir boşluğu doldurmak, bir duyguyu dışsallaştırmak ya da bir hakikati dillendirmek ister. Ancak bu çaba, okurun gözünde bambaşka bir anlam kazanabilir. Çünkü okur, yalnızca metni değil, kendi geçmişini, kırılmalarını, özlemlerini de okur o satırlarda. Bu yüzden her yorum, bir tür karşı yazıdır; metne verilen bir cevaptır ama aynı zamanda okurun kendi iç sesidir.
Anlam, bu bağlamda sabit değil, akışkandır.
Bir metni “yanlış” anlamak diye bir şey yoktur; sadece farklı derinliklerden, farklı ışıklarla bakmak vardır.
Ancak bu çoğulluk, bazen yazarı rahatsız edebilir. Çünkü yazar, kendi iç sesini duyurmak isterken, okurun ona başka bir sesle karşılık verdiğini görür. Bu karşılaşma, bir diyalog değil, bir çarpışma gibi hissedilebilir. Oysa bu çarpışma, anlamın doğasında vardır. Metin, yalnızca yazanın değil, görenin de aynasıdır.
Metinler, tıpkı rüyalar gibi, tek bir yoruma indirgenemez. Onlar, bilinçle bilinçdışının, niyetle sezginin, kelimeyle sessizliğin arasında salınan varlıklardır ve her okuma, o metni yeniden var eder. Bu yüzden bir metne verilen her tepki, ister hayranlıkla ister “saçma” diyerek gelsin, aslında o metnin yaşadığını, bir yerlere dokunduğunu gösterir.
Sonuçta, yazmak bir çağrıdır; okumak ise o çağrıya verilen yankıdır. Ve bazen yankı, çağrının kendisinden daha derin şeyler söyler.
Kutsal Nur